13 Mayıs 2012 Pazar



TUR DEĞİL YOLCULUKTUR BU

     Bahar ile bütün bitkilerin gövdelerine su yürüdü. Dallarındaki çiçek ve yapraklardan fark ediliyor ki; keyifleri yerinde. Bahar biz insanlarda da olumlu etkiler yapıyor tabi. Topraktan gövdemize doğru su yürümese de, kan dolaşımındaki değişim nedeniyle beynimiz daha iyi besleniyor gibi geliyor bana. Benim beynim iyi beslenince, iyi şeyler düşünür. Ve benim için iyi şeylerden en iyisi yolculuktur.  Yolculuklarım da Sarı Otobüs ile gerçekleştiği için iyi bir şey yapayım diyorum. Gelin size kafanızı şişirmeden Sarı Otobüs'ü anlatayım.
     Kara yoluyla Asya'nın içlerine gerçekleştirdiğimiz yolculuklarda kullandığımız araç Isuzu marka küçük otobüstür. Ulaştırma piyasasındaki ifadeyle 27 kişilik bir midibüstür. Aracımızın üretim aşamasında uzun ve zor yol koşulları için özel ilave v takviyeler yapıldı. Yol koşulları gerçekten zorlu ve İstanbul-Katmandu gidiş-geliş toplam 22.000km'dir. Yolların kalitesi ise Türkiye ile hiç kıyaslanmayacak düzeyde. Bu nedenle 7 haftalık yolculuğu saatte ortalama 30-40 km sürat ile tamamlayabiliyoruz ki yolculuğun tempolu akışını vakit kaybetmeden gerçekleştirebilelim.
Sarı Otobüs'ün içinde, tahmin edersiniz 27 adet koltuk yok. İrice bir karavan şeklinde düzenledik kullanım alanını. Yolculuğa en fazla 12 kişi ile çıktığımız için 12 kişinin oturabileceği kadar koltuk var. Ayrıca 10 kişinin yatarak yola devam edebileceği pratik yatak düzenimiz var.
Yolculuğun en keyifli hallerinden biridir yatarak gitmek. Her sabah başka bir şehirde uyanmak, ormanda yol alırken uykuya dalıp, çölden geçerken uyanmak güzeldir. Uyanır uyanmaz hazır sıcak su ile çay/kahve eşliğinde biraz abartmak mümkün ya da karnımız acıktığında aracın arka dolabındaki sahra mutfağından kahvaltılık atıştırabilirsiniz. İsterseniz dilediğiniz göl veya çöl kıyısında dilediğimiz yemeği pişirebilirsiniz. Bu arada, pişirme ve bulaşık sırasını unutmamak gerekir. Aracın tavanındaki portbagajın bitiminde 250 litrelik su depomuz var. Her şeye yetiyor.
Bütün bu işlerden sonra, yani uyuduk, uyandık, karnımızı doyurduk, bulaşık temizlik de bittikten sonra Sarı Otobüs'ün içini toparlıyoruz. Uyku tulumlarımızı katlayıp kaldırdıktan sonra ön taraftaki masalara geçerek  günlüğümüzün yeni sayfalarını doldurmaya başlar ya da kitabımıza kaldığımız yerden devam ederiz. Nasıl istersek öyle yani...
     Otururken veya yatarken Sarı Otobüs'te yer kapılmaz. Adettendir; her yer herkesindir. Gönüllülük üzerinden herkes her işi yapar. Bazen orta masalarda (2 masa, 8 koltuk) sıkı bir sohbet başlar. Gürültülü de olsa kaptırıveririz kendimizi bu dünyanın hayhuyuna. Bazen de birimiz Sarı Otobüs'ün arkasında tek başına oturur, okur, yazar, dışarıyı seyreder. Dışarıyı izlerken sanki hayat kare kare akar önünüzden. Dışarıdaki insanlar ağaç olup kök salmışlar da sen kuş olup uçuyormuşsun gibi gelir. Düşünülür işte, bir yığın şey. Bazen aracı durdururuz iki kare fotoğraf çekmek, üç kilo meyve almak için. Aslında maksat önünden akan yaşama dokunmaktır. Meyveleri ellersin, seçip torbaya doldurursun.  Satıcının kara ellerinden ucu yırtık para üstünü alıp cebine koyunca anlaşılır başka bir yerde olduğun. Bir ülkeye girdiğimizden itibaren ilk alışverişe kadar herkes Sarı Otobüs'ün camından oradaki hayatı sessizce izler, anlamaya çalışır önce. Aracı durdurup iki merhaba, sonra üç beş Rupi para üstü alınıp ceplere konunca o ülkede yaşamaya başlanır.
     Sonra Özcan'ın "Haydi arkadaşlar, işi biten buyursun." uyarısıyla yola devam etmek için Sarı Otobüs'e seğirtir herkes. Ayağımızdaki botları çıkartıp, yan dolaptaki sandaletlerimizi giymeye çabaladığımız süre içinde bayağı bir reyting alırız kesinlikle. O şehrin nüfusunun belli bir oranı çevremizde kalabalık bir çember oluşturup bizi izlemeye başlarlar. Az önce bizim yaptığımız gibi. Sandaletlerimizi botlarla değiştirip araca binmemiz ve çemberi yavaşça yarmamız en az yarım saatimizi alır ve yolumuza devam ederiz.
     Artık hava kararmaya başlamıştır ve Sarı Otobüs'ün gece yolculuğunu planlamaya koyuluruz. Seyir halinde iken iki katılımcımızın "co pilot" olarak görev yapmaları gerekmektedir. Özellikle İran'dan sonra trafik soldan işlediği için kaptana yardımcı olunur. Harita okuma ve yol sorma işlerinin kotarılması gerekmektedir. Bu işler nöbetleşe ve gönüllü olarak yapılır. Gecenin ilerleyen saatlerinde nöbeti devralacak arkadaşlar uyandırılmak istedikleri saati bildirir ve uyku tulumuna girerler.
     Kimi arkadaşlar ciddiyetle nöbetini icra eder, kimi de usul usul kendi bildiğince kokpit faslını bir türkü ile başlatır. İki türkü kaptandan, üç nihavent şarkı "co-pilot" tan terennüm ederken biri telaşla uyanır ve ön tarafa doğru koşturur. Eyvah! "Sesimizi yükselterek milleti uyandırdık galiba" diye telaşlanırken, esas meselenin tuvalet ihtiyacı olduğunu öğrenir ve sotalı bir ağaç dibi veya fayanslı bir tuvalet aramaya koyuluruz yol boyunca. Hiçbiri yoksa Sarı Otobüs'ün arka sol tekerinde meseleyi halledip yola devam ederiz.
Gece yaşamayı sevdiğimden midir nedir, gece yolculuğunu daha çok severim. Daha huzurludur yolda geceyi yaşamak. Dengine gelir de dolunay falan olursa, değmeyin Sarı Otobüs yolcularının keyfine. Bazen ay ışığının uygun bir açı ile asfalt üzerinde yansıması ile, gecenin zifiri karanlığında gümüş gibi parlayan yolun üzerinde akar gideriz. Sarı Otobüs'ün farlarını kapatıp dolunayın parlattığı asfaltta süzülmenin keyfini bilenler bilir. Keza biz ayın her halini, o da bizim her halimizi bilir.
Yolculuk hali işte, basitçe fakat sahici yaşarız hayatı. İmkanlarımız çok da kısıtlı değildir. Tuvalet ihtiyacı için en az üç alternatifimiz vardır mesela. Yemek işi de öyle. Ya Sarı Otobüs'ün sahra mutfağında kendimize ziyafet veririz ya da kamyoncu lokantalarına gireriz. Çayımızı da ya aracımızdaki kahve makinesinden hallederiz veya bir çayhaneye yanaşıp zencefil ile lezzetlendirilmiş sütlü çayı yudumlar biraz dinleniriz.
     Bu dinlenmelerden birinde Türkiye'de Bodrum'a yerleşmiş ve konforunu yanında taşımaya çabalayan bir hanım arkadaşımız hayatının itirafını yapmıştı. Yolculuğun son günlerine yaklaşmıştık ve Bodrum'daki villasında ne kadar fazla eşya ile yaşadığını, çok da gerekli olmadığını fark ettiğini bizimle paylaşmıştı. Buna benzer bir sözü Mahatma Gandhi'nin ağzından bir yerde okumuştum. Şöyle diyordu Gandhi: "Dünya insanların bütün ihtiyaçlarını karşılayacak kapasitededir; ancak ihtiraslarına yetmez."
     Unutmadan; kendimize de iyi davranmaya çabalarız yolda ve hep kapalı şişe su içer, soyulabilir meyveler yeriz. En fazla üç gün banyosuz gezeriz. En az haftada bir sevdiklerimizi telefonla arar ve onlara bol bol hediyeler alırız.

28 Nisan 2012 Cumartesi


     
     SU YATAĞINI BULUR
    
      Yıllar önceydi; 1970'lerin başları. Lisede İngilizce dersine giren öğretmenimiz lisanımızı geliştirebilmemiz için ilginç bir yol önermişti bizlere. İstanbul'un turistik köşelerinden Sultanahmet civarında gezinmemizi ve yabancı turistler ile sohbet etmeye çabalamamızı söylüyordu Sevgili İfakat Hoca. Gerçekten de iyi fikirdi. Neredeyse her hafta sonu yabancı turistlerle hoş dostluklar kuruyorduk. Kimi zaman bir saat, kimi tüm hafta sonu süren dostluklar. İngilizcemiz iyi değildi; ancak niyetimizin iyi olduğunu, tanışıp iki laf edip, dostluk kurmaya çalıştığımızı İngilizce ifade etmeyi başarmıştık. Akça pakça İtalyan ve İspanyol kızlarla laflayamazsan git Yerebatan Sarnıcı'na at kendini. İyiden iyiye Sultanahmet Meydanı'nın müdavimi olmuştuk. Yabancı dilimiz de okuldakinden biraz daha iyiydi. Artık yaz sömestrlerinde de hep oralarda dolanıyorduk. Zaman içinde hippiler ile kalantor turistleri ayırt edebilecek duruma gelmiştik. Özellikle hippilerle "çiçek çocuklarla" daha rahat kaynaşıyorduk. Öğrenciydik işte; genellikle beş parasızdık fakat içtenlik ve aylaklığın getirdiği huzur bizden karşımızdakilere, onlardan da bize yansıyordu. Bu minvalde barış ve kardeşlik üzerinden derin mevzulara dalıyorduk. Bu sayede de bizim dışımızdaki halkları ve düşüncelerini öğreniyorduk. Daha önemlisi henüz yolculuk kültürümüz oluşmadığı için, yabancıların seyahat nedenlerinin neredeyse tamamı bize ilginç geliyordu. Zira o yaşımda gezmeye gitmek benim için sadece Yalova'daki halamları ya da Bursa'ya dedemleri ziyaretten ibaretti. Halbuki hippi dostlarımız Avrupa'dan yola çıkmışlar Türkiye'ye gelmişler, İran üzerinden Hindistan ve Nepal'e gitmek üzere plan yapmışlar. Bunları konuşurken bizim halimiz daha doğrusu şaşkınlığımız tam seyirlikti. Nasıl olmasın sevgili okurlar. Adamların rotası hadi neyse, ya yolculuk yaptıkları araçlar; "Allah akıl versin" dedirten özellikte. Pembe-sarı boyalı eski otobüs ya da üzerinde kazma-kürek, çeki halatları bir yığın yedek ıvır zıvır iliştirilmiş garip görünüşlü kamyonlar. O garip araçlarla 25.000km yol yapmak için yola koyulmuşlar. Sonra da gelmişler İstanbul'da bizimle paylaşıyorlar.

     
     Bir defasında Sultanahmet Meydanı'ndan  o garip görünüşlü otobüslerden birini içindeki yolcularla birlikte benim için bilinmez bir istikamete yolcu ettikten sonra eve geldim ve hemen coğrafya atlasını açtım. Yanılmıyorsam en az iki saat haritadan başımı kaldıramadım. Derin bir "vay be!" çektim. Ve ne yalan söyleyeyim içimde derin bir arzu ve kıskançlığı hissettim. Ama gerçekten çok istedim o yolda olmayı. Öğrencilik yıllarında belki yüzlerce defa coğrafya atlasındaki Asya haritası üzerinde Türkiye, İran, Pakistan, Hindistan ve aradaki irili ufaklı şehirleri, ispirtolu kalemle izleyerek Katmandu'ya ulaşan birkaç rota yaptığımı bugün gibi hatırlıyorum. Ve 20 yıl sonra bu dileğim gerçekleştiğinde sessizce istemenin, başarmanın ilk harfi olduğunu kavradım. Büyük laf etmek istemem ancak "can-ı gönülden" derler ya; işte öyle. İçtenlikle, candan, derinden, sessizce istedim ve gerçekleşti. Bu düşüncenin sihir-i kerameti filan yok. Sadece iyi bir şeyi istemek; ama iyi bir istek yani kimseye zarar vermeyecek bir isteği "su yatağını bulur" düşüncesiyle akarına bırakarak istemek bence yeterli oluyor. İyice arınarak masum bir amaçla istemek umulandan öte daha güzel sonuçlara bile yol açıyor.

     Müsaade edin, bununla ilgili bir yol hikayesini sizlerle paylaşayım. Geçen yıl İstanbul'dan Katmandu'ya yine yola çıktık. Yolculuğu paylaştığımız arkadaşlar malum ilk kez gördükleri Tebriz'de, Şiraz'da, İsfahan veya Lahor'da çok mutlular. Paylaştıkça da mutlulukları daha kıvamlı hale geliyordu. Bu hoşluğumuzun ortaya çıkardığı ortak enerji ile çevremize daha olumlu bakarak yolumuza devam ediyorduk. Keşif tadında yol alsak da, İstanbul'da hazırladığım kabaca bir akış var elimde. Ve o akışa göre Hindistan'da Varanasi'ye ulaştığımızda dolunay bizi karşılayacaktı. Ben de Varanasi'ye ulaşana kadar günde üç öğün bunu konuşuyordum. İsfahan'da Zayende Nehri'nin kıyısındaki kahvelerde çay ve nargile ile keyiflenirken veya Amritsar'ın renkli tapınaklarını gezerken laf arasında Varanasi'de dolunayın çok güzel olacağını tekrarlayıp duruyordum.
Varanasi; Hinduların kutsal kenti. Tabiri caizse Hindistan'ın Mekke'si. Bir Hindu için Varanasi'de ölebilmek çok önemli. O mistik ortamda insanları en duru halleri ile görebiliyorsunuz. Kutsal ziyaretler nedeniyle capcanlı, rengarenk bir şehir düşleyin. En az İstanbul Boğazı genişliğindeki yatağında aheste süzülen Ganj Nehri kıyısındaki gatlarda (beton basamaklar) insanlar ibadet amacıyla yıkanıp tapınıyorlar. Onların ifadesiyle "Bayan Ganj" a şükrediyorlar; Hindistan platosuna bereket getirdiği için insanlara hayat verdiği ve hayat bittiğinde yakılan bedenlerin küllerini kabul edip, toza toprağa karıştırarak yok oluşu tamamladığı için. Varanasi'de 24 saat ölü yakma merasimi yapılabiliyor. Sabah, akşam, gece, gündüz. Her an odunların üzerinde alev alev yanan ölü bedenlerin gaza, toza dönüşmesini izleyebilirsiniz. Her neyse, biz hikayemize dönelim. Evet Varanasi'ye ağız tadıyla ulaştık. Hem de yollardaki iyileştirmeler nedeniyle programımızdan bir gün önce, yani bir gün yerine iki gün kalacağız. "Bayan Ganj" ın kıyısındaki bu güzel şehirde. Hani çok istedik ya dolunayda Varanasi'de olmayı, ondan olsa gerek konaklama iki güne çıktı. Şahane bir şeydi bu. Bütün gün gezdik tozduk. Güneş battıktan, şehrin ışıkları yandıktan sonra, ayın doğuşunu izlemek üzere Ganj'ın kıyısına geldik. Dolunay çıktı, biraz yükseldi biz de o arada bir kayıkçıyla anlaştık. Şöyle bir saat mehtap sefası yapalım diye. Öyle ya, kaç haftadır bu anı istedik. Tam on iki kişi kayığa doluştuk. O arada dolunay biraz daha yükseldi. Kayıkçı kıyıya paralel on metre mesafede kürek çekmeye başladı. Teknedeki kalabalığımızın gürültüsünden dolayı yüksek sesle kayıkçıya seslendim biraz daha açığa kürek çekmesini, şehrin ışıklarından biraz daha uzaklaşmak istediğimizi duyurmaya çalışıyordum ki, olanlar oldu. Evet, Varanasi'nin elektrikleri kesildi...!

     Sonra ne oldu biliyor musunuz? Bizim kayıkta tık ses kalmadı. Kayıkçı dahi kürek çekmeyi bıraktı. Gümüş rengi Ganj'ın ortasında yüzüyor muyuz, uçuyor muyuz, yönümüz neresi, gidiyor muyuz, duruyor muyuz hiç umursamadan bıraktık kendimizi "Bayan Ganj" ın koynuna. O sessizlik evreninde göz göze gelerek anı paylaşmak istediğim arkadaşlarımın yüzüne bakınca iki ışık kaynağını fark ettim. Yüzlerinin bir tarafı ay ışığı nedeniyle kurşuni, diğer tarafı ise kıyıda yakılan ölü bedenlerden yükselen alevlerden kıpkırmızı olmuştu. İki saat süren o kayık sefasını kimi kırmızı, kimi gri yaşadı; kayıkçı kıyıya yanaştığında iki arkadaşımız iki köşeye kıvrılmış uyuyorlardı.

6 Mart 2012 Salı


Yaşam Ayrıntıda Gizli Değildir

     Sarı Otobüs ile uzun Asya yolculuklarının birinin dönüşünde Katmandu'dan İstanbul'a doğru yola çıktık. Programda ilk konaklayacağımız şehir 180. km'deki Nepal'in küçük ve güzel yerleşimi Pokhara idi. Biz Sarı Otobüs yolcuları, sözünü ettiğim mesafeyi 11 saatte geçebildik. Nepal'in bizim Doğu Karadeniz'e benzeyen bol yağışlı iklimi, dolayısıyla her an heyelana hazır bir coğrafyası vardır. Tropik iklim koşulları nedeniyle ortaya çıkan gecikmeleri pek yadırgamıyoruz aslında. 22,000 km. uzunluğundaki yolculuğumuzun yarısını katetmiş olmamızın ve de 7 haftalık programızın 4. haftasında Nepal'e ulaşmamızın, bu kabullenişte katkısı vardır.
     Keza Türkiye'de benimsediğimiz yaşamın hızı ve temposu bu yolculukta oldukça yavaşlıyor. Bedenimiz ise bu yavaşlığı algılamakta zorlanmıyor. Uzun Asya yolculuklarındaki zorlu yol koşullarının tempomuzu yavaşlatması, yaşamın iyice farkına varmamızı sağlıyor.
     Bakir ormanların, coşkuyla akan nehirlerin kenarında, yol üstünde saatlerce bekleşirken insanlar araçlardan iniyorlar; kimi sigara tüttürmek, kimi hava almak için. Kimisi de oracıkta oluşan seyyar satıcılardan atıştıracak bir şeylerin alışverişini yapıyor. Bir kadın, yolculuk yaptığı otobüsün tekerinin dibine çökmüş bebeğini emzirirken, yetişkin bir kız annesinin önüne oturmuş saçlarını taratıyor. Başka bir Nepalli kadın da yolculuk yaptığı eski ve süslü TATA marka otobüsün kapısından telaşla dışarı bakarken, bebeğini emziren kadın, otobüsün kapısındaki kadının telaşını anlıyor. Ona yolun altındaki muz ağaçlarının bulunduğu yeri gösteriyor. Demek ki hanımlar için tuvalet ihtiyacı orada gideriliyormuş. Bizler de aynı merakla sağa sola bakınca, az ilerideki köprünün altından kemerini toplayarak çıkan beyleri fark ediyoruz.
     İşlerini bitiren beyler, beşerli onarlı gruplar halinde toplanarak, yolun neden kapandığını veya ne zaman açılacağını tartışıyorlar. Bu esnada kimin ne iş yaptığı, neden yolda olduğu, düğüne mi, cenazeye mi gittiği, özellikle de bizim oralarda ne için bulunduğumuz konuları aydınlığa kavuşturuluyor. Bir ara fark ediyorsunuz ki, o çekik gözlü, ufak tefek, yanık tenli insanlarla aynı familyadanmışız. Genellikle benzer şeylere üzülüp sevindiğimizi ve günde üç öğün yemek ihtiyacımızın benzeştiğini görüyoruz. En önemlisi de ihtiyaçları, idealleri, davranışları bu derece benzerlik gösteren insanların birbirine nasıl uzak kaldığını fark ediyorsunuz.
     Ben şimdi burada "ideal olan ne, gerçek hangisi" ni tartışmak durumunda değilim. Benim ışık tutmaya çalıştığım konu, yaşamımızın hızının azaldığı oranda farkındalığımızın arttığıdır. Lafı fazla uzatmadan; 11 saat süren 180 km mesafelik yolun sonunda Pokhara'ya vardık. 6993 m'lik Machhapuchhare zirvesinden inen derelerin oluşturduğu Phewa Gölü'nün kıyısındaki, yeşilin her tonu ile süslü güzel Pokhara. Bizim Abant Gölü ölçülerinde, biraz daha ince uzun. Biz çok severiz Pokhara'yı. Karşı kıyısı ise kelimenin tam anlamıyla balta girmemiş ormandır.
     Öğleden sonra ulaştığımız şehrin tanıtım turunu 1 saatte tamamladık. Akşam yemeği için seçtiğimiz göl kıyısındaki lokantayı ve buluşma saatini belirledikten sonra dağıldık. Kimi alışverişe, kimi fotoğraf için ışığın peşinde koyuldu. Ben de yemekten bir saat önce lokantaya gittim. Kıyıya yakın kamelyalardan birinin altını ayarladım. Masa ve sandalyelemizi yerleştirirken güneş battı. Yağmur başladığında iki arkadaşımız ıslanmamak için koşarak geldiler. Biraz çardak altında lafladıktan sonra yağmurluklarımızı giyerek usul usul kıyıdaki küçük iskeleye doğru yürüdük. Damlaların kapüşonlarımıza vurarak çıkardığı pıtır pıtır sesler kesilince başımızı açtık. Yağmurun temizlediği havanın dinginliği ve gölün temizliğinin/duruluğunun verdiği huzur içinde güzel güzel şiirler döktürürken binlerce ateşböceği çıkıverdi ortaya. Ama binlerce! Biz üç yolcu tam kıvama gelmiştik ki uzaktan Türkçe konuşmaları duyunca bizimkilerin döndüğünü düşünerek çardak altına doğru seğirttik. Bizimkilerden biri halimizi yadırgamış olarak sordu:
- Nereden geliyorsunuz böyle sırılsıklam?
- Yağmur, göl, ateşböcekleri...
- Nasıl yani! Bu karanlıkta nasıl gördünüz ateşböceklerini???

     Yolculuğun akşına kendini bırakabilmek gerek. Bulunduğunuz duruma, yere kendizi kaptırmakta korkacak bir şey yok, inanın. Yolculuk halini izlemek ya da kontrol etmek yerine içinde olmaya çabalamak bence çok daha fazla haz verir.

21 Şubat 2012 Salı


YOLCULUK

     Yolculuk yapmanın insana iyi geldiğini defalarca düşünmüşümdür. Bu düşüncemi doğrulayan birçok olay sıralayabilirim. Mesela daha önce birlikte yolculuk yaptığımız dostlarla İstanbul'da görüştüğümüzde, farklı birer kişi gibi görüyorum onları. Nasıl söyleyeyim; iş yerinde veya bir fotoğraf sergisinde, sokakta tesadüfen karşılaştığımda gördüğüm insanın, yolculuk esnasındaki hoş haline benzemediğini fark ediyorum. Sanırım şehirdeki yaşam temposu, evden işe - işten eve disiplini, dolayısıyla stresi oldukça kasıyor. Keza yoldaki aylaklık halidir bizi nötr eden.
     Öyle değil midir; gittiğiniz yerlerde gülümseme ile karşılaşmak, sıcak bir "merhaba", bir "hoş geldiniz" sözü her şeyi anlatıyor aslında. Demek hoşsunuz ki gittiğiniz yere de hoşluk getirmişsiniz. Karşılıklı hoşlaşmanın yarattığı sinerji ile kim elinizi tutsa peşinden gidecek gibi olursunuz. Yolculuk esnasında karşılaştığınız başka yolcularla dahi iyi ilişki kurabilirsiniz. Daha doğru ifade ile eşit ilişki kurulabilir. Zira o da sizin gibi yolcudur. Şehirde kalanlara göre başka bir frekanstasınızdır. Başkadan kasıt, daha güzel bir statüdesiniz. "Yolcu"; evet, iyi bir statü. Şehrimizdeki etkin statülerden (şef, müdür, patron vs. ) daha iyi bir sıfat. Elbette, bence.
     Avantajlı bir durum aslında. Yolcu, garip veya korunmasız biri sanki. Yolda kimden yardım istese ya da kime yol sorsa herkes onun için çabalar. Birçok şehirden geçerken oralılar size gülümseyerek el sallar. Bu, pozitif enerji verir insana. İstanbul'da dolmuşta veya servis otobüsünde giderken hiç kimse size el sallamaz. Siz sallarsanız da; malum garip karşılanır.
     Dediğim gibi yolcu ile kalan farklı frekansta düşünürler kesinlikle. Yaşadığınız şehirdeyken, iki gün sonrası için yolculuk planları yaptığınızda veya yolculuğunuzun başlamasına saatler kaldığında ruh halinizi düşünsenize; kalanlara nasıl tepeden baktığınızı hatırlayın mesela. Yolculuğunuzu tamamlayıp geri dönüşe başladığınızdaki halinizi de bir anımsayın tabi. Bu hal otel odasında çantamızı toplarken de belirginleşir. Gidiş istikametimizde çantamızı daha özenle dağıtır, dönüş başladığında ise adeta tıkıştırırız.
      Umarım abartmıyorum. Elden ne gelir, yolculuk yapmayı seviyorum. "Sevdiğin işi yap, ömür boyu çalışma." demişler ya! Aynen öyle. Her güzel şeyin paylaştıkça daha da güzelleştiğini düşündüğüm için, her iki lafımdan biri de yolculuk üzerine oluyor haliyle.
     Ne güzel söylemiş değil mi Arap gezgini: "Akan su temiz kalır, durgun su kirlenir."

18 Şubat 2012 Cumartesi


Şehirler Yolcularını Bekler...

     Yolculukların hakkını vermek gerek... Yaşamı, günü hatta "an"ı en güzel biçimde yaşamak gerek.. Hayatımızın büyük bir bölümü; şu giyilmeli, şu yenmeli ya da şuraya gidilmeli biçiminde zaten kurgulanıyor. Çok aykırı davranmayı önermek niyetinde değilim. Ancak hayatımızı yönlendiren mekanizmaların (moda, reklam, medya) önermediklerini bir düşünün. Mesela nerelere gitmeyi öneriyorlar? Önermedikleri bölgeleri düşleyin. Lafı uzatmadan; Suriye'ye gitmeli desem...
     İran gibi Suriye de "burnumuzun dibindeki uzak ülke" mi diye düşünün lütfen... Hayır, iki adım. Halep, bizim Cilvegözü sınır kapısına otuz kilometre mesafede kocaman bir eski şehir. Köklü bir tarihi geçmişe sahip. Eşeledikçe Osmanlı çıkıyor. Selçuklu, Roma, Pers, Fenikeliler... Tarih, tarih üstüne binmiş ve ruhu olan bir şehir çıkmış ortaya. Evet, bir ruha sahip şehirler öyle kırk elli yılda meydana gelmezler. İki tane bulvar, dört adet park, on dört gökdelen dikilince zorlama bir yerleşim kurulmuş olur. Ve çok çabuk kurulduğu için; acele yenen bir yemek gibi tadına varamadan sindirmeye uğraşır durursunuz. Ancak bin yıllık bir yerleşimde, mesela Halep'te veya Şam'da dolanırken böyle olumsuzluk yaşanmaz. Usul usul yüzyıllar içinde oluşmuş caddelerin, fiziki koşulların elverdiği en uygun biçimde oluştuğunu fark edersiniz. Sonra o coğrafyayı biraz daha geniş açıdan izlemeye çalışırsınız. Şehrin bulunduğu noktanın, çok önceleri ticaret yollarının kesiştiği ve kervancıların konaklamaları için kervansaray yapımına en uygun yer olduğunu da fark edersiniz. Kervanlar çoğaldıkça yolcuların ihtiyaçları da çoğalmıştır. Yatak, yemek ve barınma ihtiyaçları giderilirken mallarını satabilecekleri pazarlar oluşmuştur. Bu pazarlar zaman içinde atölyelere, hanlara dönüşmüştür. Gelen giden çoğalınca da; ibadethaneler, refah ile mal mülk edinmeler, tarlalar, evler, konaklar, saraylar derken koca bir şehir oluşuvermiştir.
     Bu süreç usul usul, uzunca bir zaman dilimi içinde yıllara yayıldığından; bizler o şehirleri gezerken her şeyi içimize sindirebiliyoruz. Ve o şehrin oluşumuna katkı yapan en son yolcu olduğumuzun farkına varıyoruz. Bu farkındalıkla o şehrin de sizi içine sindirebileceğini umarak dalarsınız sokak aralarına. Kaybolmaya ya da şehre sızmaya çabalarsınız. Keza olumlu düşüncelerinizle yolunuzu aydınlatabiliyorsanız genellikle güzelliklerle karşılaşırsınız. Yolunuz aydınlandıkça güzelleşir, güzelleştikçe de aydınlanır.
     Biz  Sarı Otobüs yolcuları ürettiğimiz ortak enerji ile dağları, ovaları, yolları hem görerek hem de yaşayarak geçeriz. Ve dahi kurgulanmış yaşamları aşarak, yolumuza denk düşen şehirleri sadece görmek için değil yaşamak için ziyaret ederiz. Şehirden ayrılırken aklımızda birkaç insanın ismi kalır hep. Halep'i, Şam'ı, Mardin'i, Beyrut'u veya İsfahan'ı, Şiraz'ı ya da Peşaver'i, Şanlıurfa'yı yaşamak için tercih ettiğimiz ulaşım biçimi kara yolculuğudur. Daha sahici bulduğumuz bu yolculuk tarzı ile kendi sınırlarımızı keşfeder, ön yargılarımızdan arınırız. Bir gezgin dostumuzun sıkça söylediği gibi; sığ sularda ıslanmak yerine, derin denizlerde yüzmeyi tercih ederiz.

10 Şubat 2012 Cuma


Kara Gül Yerinde Güzel

Her  Güneydoğu Anadolu programında Halfeti'ye mutlaka yer vardır. Ancak oraya ulaştığımızda planımızın ne olduğuna hiç bakmaksızın, kendiliğinden öyle bir hengame gelişir ki; ayrılırken bedenimizin bir bölümünü bırakır gideriz...
2000 yılı yazında yine böyle bir durumda, yoğun duygularla ayrıldık Fırat kıyısındaki bu eski ilçeden. Birecik Barajı'nda su tutulmaya başlamıştı. Hatta 2000 yılı Mayıs'ında Halfeti'ye vardığımızda; bahçesindeki koca palmiyenin altında rakı içip türküler dinlediğimiz Evren Restaurant'ın zeminine ulaşmıştı Fırat'ın suları. Hüzünlüydük. Ve bir dahaki gelişimizde Halfeti'yi bulamayacağımız endişesiyle oraya özgü ünlü "Kara Gül" ümüzü saksısıyla beraber Sarı Otobüs'e attım ve İstanbul'a getirdim haliyle... Nasıl yaşayacaksa koca şehirde öyle yaşadı; 2001 yazında siyah yerine patlıcan moru goncalar açtı evin bahçesinde. Yaşasın! Ziyan olmasına neden olmadığım için sevindim. Ancak, sonraki yazlarda bizim Halfeti'nin Kara Gülü'nün sarı açtığına şahit oldum. Önce şaşırdım; ama ziraatçi dostlardan durumu öğrenince mecburen kabul ettim. O da değişmişti koca İstanbul'da yaşamaya başlayınca. Gül olmasına güldü ama...
Güneydoğu programında sırasıyla Halfeti, Urfa, Harran, Mardin, Midyat, Hasankeyf, Diyarbakır, Adıyaman dolaşır dururuz. Halfeti'de karışılaştığımız hoşlukları bütün Güneydoğu'da yaşarız genellikle. Malum, Anadolu insanının konukseverliği bilinir. Turizm de çok gelişmediği için misafir olma duygusunu hep hissederiz. Her yerleşimde bizi hoş karşılar ve gözümüzün içine bakarlar. Ta İstanbul'dan oralara gitmişiz; rahat etmemizi istedikleri her hallerinden bellidir. Hani bir dükkan sahibi numara yapmaya kalkarsa, diğeri mutlaka isotun en iyisini gösterir. En fakir köyde, ikram edecek bir şeyleri yoksa dahi, altlarındaki minderleri oturmamız için bize verirler. Harran, bahçede yatacağımız vakit atlas yorganların en renklilerini çıkartır. Akşam yer sofrası için hiç kullanılmamış tabaklar ile yemek servisi yapılır. Diyarbakır'da Ulu Cami'nin yanındaki kahvede çaylarımızı içerken merhabalaştığımız bir yurttaşım: "Bir daha sizi nerede görürüm ki?" diye hayıflanarak, çay parasını ödememize izin vermez. Ve bunu samimiyetle yapar.
Bu yüreği kocaman Anadolu insanını yaşadığı yerde çok özel buluruz da, aynı insanlar bizim yaşadığımız şehre geldiklerinde bizlerde aynı ilgi ve özveriyi görürler mi? Yemeklerini beğenmeyiz mesela, soğanlı lahmacunlarına laf ederiz. Müziklerini eleştiririz. Türkülerini, gurbet şarkılarını nasıl derlediklerini bilmeden; güzelim halk ezgileri hakkında ahkam keseriz. Onların bizim şehrimize geliş nedenleri farklıdır. Gezmeye değil, çalışmaya gelmişlerdir. Adı batsın bu zorunlu göçün! İnsan mecbur olmasa bile bile hor görüleceği yerlere gider mi?
Gitmek zorundadır, gider... Ve bizim şehirlilerin saygısız davranışları onları da kabalaştırır. Mesela; memleketinde traşsız gezmeyen hatta burnunu karıştırmayan insanlar, kendilerini kabul etmekte zorlanan şehrin duvarlarına pervasızca işiyorlar. Güzel sıla türküleri yerine arabesk müzik dinliyorlar. Büyük umutlarla geldikleri İstanbul artık gurbet oluyor. Yani gurbet işte..
Fırat'ın bize bıraktığı kadarına razı olduğumuz Halfeti misafirliğimizden birinde, şarkılı türkülü bir akşam yemeğindeydik. Bizim fotoğrafçı dostlar ile yöreli dostlar birlikte fasıla başlamıştık. Sazlı sözlü, kendimizi neredeyse evimizde hissederek, güzel bir akşam geçiriyorduk. Karanlıkta silüet olarak seçebildiğimiz yan taraftaki taş evin balkonundan bir genç de arada bir bize eşlik ediyordu. Anasıyla birlikte oturdukları balkondan, hem bizi izliyorlar hem de sohbet ediyorlardı. Bizim masada suskunluk olduğu bir anda yöreli dostlardan biri yukarı doğru seslendi:
"La emmioğlu, üç gün sonra gideceksin. Kim bilir ne zaman gelirsin? Gönder bir gurbet türküsü." ve akabinde yukarıdan emmioğlunun anasının sesi geldi: "Benim uşağım Halfeti'nin Kara Gülü'dür. Gurbete giderse kızarır, sararır... Gitmesin inşallah!"
Yollar Bize Memleket

     Ayağımın tozuyla İran yolculuğumuzu sizlerle paylaşmak istiyorum. Hani şu burnumuzun dibindeki uzak ülke... Bizim taraftan bakıldığında selamsız sabahsız komşu gibi görünmesine aldanmayın. Tebriz'de iki gün geçirdikten sonra yanıldığınızı hayretle anlıyorsunuz. Her neyse, başkentler arasındaki sorunları daha sonra tartışırız.
     Bizim Gürbulak sınır kapısından 300km sonra Tebriz'e ulaşırız. Gülistan Bağı'nın karşı köşesindeki Sina Oteli'ne çantaları atıp kahvaltıya otururken İranlı zarif dostumuz Mansur da çaya yetişir. Sevgili Mansur her zamanki güler yüzlü ve melodik Azeri aksanıyla "Hoşgeldiniz, nasıl mısınız?" (dikkat dizgi hatası yok) diyerek söze başlarken, bizler de İran'ı tanımaya ve akabinde yaşamaya başlarız. Asya insanının manzum konuşma geleneği sohbetimize hoşluk katıyor. Yolcu olma, müşteri değil misafir olma haline Tebriz'de Mansur ile başlarız.
     Sonra ver elini İbrişim (İpek) Çarşısı, Kızıl (altın) Pazarı, Göğ (mavi) Mescit ve kahvehaneler. Aynı akşam Bağlarbağı'ndaki Azeri kahvesine gideriz. Kahve dediğime bakmayın. İster abguşt (güveç yemeği) ile kendinize ziyafet verin, ister kalyan (nargile) çekin. Bizim Sarı Otobüs ile uzun Asya yolculuklarında giderken ilk, dönerken son konakladığımız; şehrin en güzel mekanı kesinlikle burasıdır. Bağlarbağı'nda akşamlar çok canlı olur.Tebrizliler eşleri ve çocukları ile dolanmaya; gençler de piyasa yapmaya gelirler. Bizler de o cemiyetin ortasında, yüksek sedirlere ayakkabılarımızı çıkartarak bir güzel yayılırız. Azıcık da tiyatro oluruz tabii ki. Safran ve kakule ile lezzetlendirilmiş çaylarımızı yudumlarken Ali Rıza Eftehari'yi veya Muhammed Esfahani'nin ezgilerini dinleriz. Duvarlarda Farsça yazılı Hayyam ve Şehriyar'ın dizelerini İranlı dostlarımız bize tercüme etmeye başladıklarında ise zaman durur, yaşam sadeleşir ve orası bizim Tebriz olur.
                         "Neresi sıla bize
                           Neresi gurbet
                           Yollar bize memleket"
Ne hoş yazmış şair değil mi?
     Tebriz'de "Şairler Mezarlığı" olarak bilinen büyükçe güzel bir bahçe içinde çağdaş İran şairi Şehriyar (Hüseyin Behçet Tebriz-i)'ın kabrini mutlaka ziyaret ederiz. Yüzlerce şairin bu dev kabristanda yattığı söylenegelmektedir. İran'da birçok şehirde şairler mezarlığı vardır. Ömer Hayyam Nişabur'da, Sadi ve Hafız malum Şiraz'da yolumuza denk gelirler.
     Tebriz'de bir halk mezarlığında Samet Behrengi'nin kabrini de ziyaret ettik. Kitabesinde "Aras'ın sularında denize kavuştuğu" yazılıydı.
     İran'a özgü rengarenk has bahçelerdeki şairlerin türbelerinin geleni gideni hiç eksik olmaz. Bu Fars ülkesinin insanları; ozanlarını, alimlerini sadece doğum günü ve bayramlarda değil her fırsatta ziyaret ediyorlar. Mezar taşlarının ve mavi çinilerin üzerindeki dizeleri, özlü sözleri ilgiyle okuyorlar. Misafirleriyle buralara gelerek usul usul dinlenen gazel ya da ilahiler eşliğinde çaylarını içiyorlar. Bir eğlence mekanına giderek hayatı izlemek yerine, kaylan çekip sohbet ederek hayatı yaşıyorlar. Tam bu noktada beni bir hüzün sarıyor hep: "Ne olurdu Nazım'ın vasiyeti yerine getirilebilseydi?" diye...
   
     Evet sevgili dostlar, İran yolculuğumuzu paylaşmak istiyordum; ancak Tebriz'den çıkamadım. Başka bir paylaşımda Meşhed'i, Şiraz'ı , İsfahan'ı da laflamak umuduyla...