Kara Gül Yerinde Güzel
Her Güneydoğu Anadolu
programında Halfeti'ye mutlaka yer vardır. Ancak oraya ulaştığımızda planımızın
ne olduğuna hiç bakmaksızın, kendiliğinden öyle bir hengame gelişir ki;
ayrılırken bedenimizin bir bölümünü bırakır gideriz...
2000 yılı yazında yine böyle bir durumda, yoğun duygularla
ayrıldık Fırat kıyısındaki bu eski ilçeden. Birecik Barajı'nda su tutulmaya
başlamıştı. Hatta 2000 yılı Mayıs'ında Halfeti'ye vardığımızda; bahçesindeki
koca palmiyenin altında rakı içip türküler dinlediğimiz Evren Restaurant'ın
zeminine ulaşmıştı Fırat'ın suları. Hüzünlüydük. Ve bir dahaki gelişimizde
Halfeti'yi bulamayacağımız endişesiyle oraya özgü ünlü "Kara Gül"
ümüzü saksısıyla beraber Sarı Otobüs'e attım ve İstanbul'a getirdim haliyle...
Nasıl yaşayacaksa koca şehirde öyle yaşadı; 2001 yazında siyah yerine patlıcan
moru goncalar açtı evin bahçesinde. Yaşasın! Ziyan olmasına neden olmadığım
için sevindim. Ancak, sonraki yazlarda bizim Halfeti'nin Kara Gülü'nün sarı
açtığına şahit oldum. Önce şaşırdım; ama ziraatçi dostlardan durumu öğrenince
mecburen kabul ettim. O da değişmişti koca İstanbul'da yaşamaya başlayınca. Gül
olmasına güldü ama...
Güneydoğu programında sırasıyla Halfeti, Urfa, Harran,
Mardin, Midyat, Hasankeyf, Diyarbakır, Adıyaman dolaşır dururuz. Halfeti'de
karışılaştığımız hoşlukları bütün Güneydoğu'da yaşarız genellikle. Malum,
Anadolu insanının konukseverliği bilinir. Turizm de çok gelişmediği için
misafir olma duygusunu hep hissederiz. Her yerleşimde bizi hoş karşılar ve
gözümüzün içine bakarlar. Ta İstanbul'dan oralara gitmişiz; rahat etmemizi
istedikleri her hallerinden bellidir. Hani bir dükkan sahibi numara yapmaya
kalkarsa, diğeri mutlaka isotun en iyisini gösterir. En fakir köyde, ikram
edecek bir şeyleri yoksa dahi, altlarındaki minderleri oturmamız için bize
verirler. Harran, bahçede yatacağımız vakit atlas yorganların en renklilerini
çıkartır. Akşam yer sofrası için hiç kullanılmamış tabaklar ile yemek servisi
yapılır. Diyarbakır'da Ulu Cami'nin yanındaki kahvede çaylarımızı içerken
merhabalaştığımız bir yurttaşım: "Bir daha sizi nerede görürüm ki?"
diye hayıflanarak, çay parasını ödememize izin vermez. Ve bunu samimiyetle
yapar.
Bu yüreği kocaman Anadolu insanını yaşadığı yerde çok özel
buluruz da, aynı insanlar bizim yaşadığımız şehre geldiklerinde bizlerde aynı
ilgi ve özveriyi görürler mi? Yemeklerini beğenmeyiz mesela, soğanlı
lahmacunlarına laf ederiz. Müziklerini eleştiririz. Türkülerini, gurbet
şarkılarını nasıl derlediklerini bilmeden; güzelim halk ezgileri hakkında ahkam
keseriz. Onların bizim şehrimize geliş nedenleri farklıdır. Gezmeye değil,
çalışmaya gelmişlerdir. Adı batsın bu zorunlu göçün! İnsan mecbur olmasa bile
bile hor görüleceği yerlere gider mi?
Gitmek zorundadır, gider... Ve bizim şehirlilerin saygısız
davranışları onları da kabalaştırır. Mesela; memleketinde traşsız gezmeyen
hatta burnunu karıştırmayan insanlar, kendilerini kabul etmekte zorlanan şehrin
duvarlarına pervasızca işiyorlar. Güzel sıla türküleri yerine arabesk müzik
dinliyorlar. Büyük umutlarla geldikleri İstanbul artık gurbet oluyor. Yani
gurbet işte..
Fırat'ın bize bıraktığı kadarına razı olduğumuz Halfeti
misafirliğimizden birinde, şarkılı türkülü bir akşam yemeğindeydik. Bizim
fotoğrafçı dostlar ile yöreli dostlar birlikte fasıla başlamıştık. Sazlı sözlü,
kendimizi neredeyse evimizde hissederek, güzel bir akşam geçiriyorduk.
Karanlıkta silüet olarak seçebildiğimiz yan taraftaki taş evin balkonundan bir
genç de arada bir bize eşlik ediyordu. Anasıyla birlikte oturdukları balkondan,
hem bizi izliyorlar hem de sohbet ediyorlardı. Bizim masada suskunluk olduğu
bir anda yöreli dostlardan biri yukarı doğru seslendi:
"La emmioğlu, üç gün sonra gideceksin. Kim bilir ne
zaman gelirsin? Gönder bir gurbet türküsü." ve akabinde yukarıdan
emmioğlunun anasının sesi geldi: "Benim uşağım Halfeti'nin Kara Gülü'dür.
Gurbete giderse kızarır, sararır... Gitmesin inşallah!"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder