SU YATAĞINI BULUR
Yıllar önceydi; 1970'lerin başları. Lisede İngilizce dersine
giren öğretmenimiz lisanımızı geliştirebilmemiz için ilginç bir yol önermişti
bizlere. İstanbul'un turistik köşelerinden Sultanahmet civarında gezinmemizi ve
yabancı turistler ile sohbet etmeye çabalamamızı söylüyordu Sevgili İfakat
Hoca. Gerçekten de iyi fikirdi. Neredeyse her hafta sonu yabancı turistlerle
hoş dostluklar kuruyorduk. Kimi zaman bir saat, kimi tüm hafta sonu süren
dostluklar. İngilizcemiz iyi değildi; ancak niyetimizin iyi olduğunu, tanışıp
iki laf edip, dostluk kurmaya çalıştığımızı İngilizce ifade etmeyi başarmıştık.
Akça pakça İtalyan ve İspanyol kızlarla laflayamazsan git Yerebatan Sarnıcı'na
at kendini. İyiden iyiye Sultanahmet Meydanı'nın müdavimi olmuştuk. Yabancı
dilimiz de okuldakinden biraz daha iyiydi. Artık yaz sömestrlerinde de hep
oralarda dolanıyorduk. Zaman içinde hippiler ile kalantor turistleri ayırt
edebilecek duruma gelmiştik. Özellikle hippilerle "çiçek çocuklarla" daha rahat kaynaşıyorduk. Öğrenciydik işte; genellikle beş parasızdık fakat
içtenlik ve aylaklığın getirdiği huzur bizden karşımızdakilere, onlardan da
bize yansıyordu. Bu minvalde barış ve kardeşlik üzerinden derin mevzulara
dalıyorduk. Bu sayede de bizim dışımızdaki halkları ve düşüncelerini öğreniyorduk.
Daha önemlisi henüz yolculuk kültürümüz oluşmadığı için, yabancıların seyahat
nedenlerinin neredeyse tamamı bize ilginç geliyordu. Zira o yaşımda gezmeye
gitmek benim için sadece Yalova'daki halamları ya da Bursa'ya dedemleri
ziyaretten ibaretti. Halbuki hippi dostlarımız Avrupa'dan yola çıkmışlar
Türkiye'ye gelmişler, İran üzerinden Hindistan ve Nepal'e gitmek üzere plan
yapmışlar. Bunları konuşurken bizim halimiz daha doğrusu şaşkınlığımız tam
seyirlikti. Nasıl olmasın sevgili okurlar. Adamların rotası hadi neyse, ya
yolculuk yaptıkları araçlar; "Allah akıl versin" dedirten özellikte.
Pembe-sarı boyalı eski otobüs ya da üzerinde kazma-kürek, çeki halatları bir
yığın yedek ıvır zıvır iliştirilmiş garip görünüşlü kamyonlar. O garip araçlarla
25.000km yol yapmak için yola koyulmuşlar. Sonra da gelmişler İstanbul'da
bizimle paylaşıyorlar.
Bir defasında Sultanahmet Meydanı'ndan o garip görünüşlü otobüslerden birini
içindeki yolcularla birlikte benim için bilinmez bir istikamete yolcu ettikten
sonra eve geldim ve hemen coğrafya atlasını açtım. Yanılmıyorsam en az iki saat
haritadan başımı kaldıramadım. Derin bir "vay be!" çektim. Ve ne
yalan söyleyeyim içimde derin bir arzu ve kıskançlığı hissettim. Ama gerçekten
çok istedim o yolda olmayı. Öğrencilik yıllarında belki yüzlerce defa coğrafya
atlasındaki Asya haritası üzerinde Türkiye, İran, Pakistan, Hindistan ve
aradaki irili ufaklı şehirleri, ispirtolu kalemle izleyerek Katmandu'ya ulaşan
birkaç rota yaptığımı bugün gibi hatırlıyorum. Ve 20 yıl sonra bu dileğim
gerçekleştiğinde sessizce istemenin, başarmanın ilk harfi olduğunu kavradım.
Büyük laf etmek istemem ancak "can-ı gönülden" derler ya; işte öyle.
İçtenlikle, candan, derinden, sessizce istedim ve gerçekleşti. Bu düşüncenin
sihir-i kerameti filan yok. Sadece iyi bir şeyi istemek; ama iyi bir istek yani
kimseye zarar vermeyecek bir isteği "su yatağını bulur" düşüncesiyle
akarına bırakarak istemek bence yeterli oluyor. İyice arınarak masum bir amaçla
istemek umulandan öte daha güzel sonuçlara bile yol açıyor.
Müsaade edin, bununla ilgili bir yol hikayesini sizlerle
paylaşayım. Geçen yıl İstanbul'dan Katmandu'ya yine yola çıktık. Yolculuğu
paylaştığımız arkadaşlar malum ilk kez gördükleri Tebriz'de, Şiraz'da, İsfahan
veya Lahor'da çok mutlular. Paylaştıkça da mutlulukları daha kıvamlı hale
geliyordu. Bu hoşluğumuzun ortaya çıkardığı ortak enerji ile çevremize daha
olumlu bakarak yolumuza devam ediyorduk. Keşif tadında yol alsak da,
İstanbul'da hazırladığım kabaca bir akış var elimde. Ve o akışa göre Hindistan'da
Varanasi'ye ulaştığımızda dolunay bizi karşılayacaktı. Ben de Varanasi'ye
ulaşana kadar günde üç öğün bunu konuşuyordum. İsfahan'da Zayende Nehri'nin
kıyısındaki kahvelerde çay ve nargile ile keyiflenirken veya Amritsar'ın renkli
tapınaklarını gezerken laf arasında Varanasi'de dolunayın çok güzel olacağını
tekrarlayıp duruyordum.
Varanasi; Hinduların kutsal kenti. Tabiri caizse
Hindistan'ın Mekke'si. Bir Hindu için Varanasi'de ölebilmek çok önemli. O
mistik ortamda insanları en duru halleri ile görebiliyorsunuz. Kutsal
ziyaretler nedeniyle capcanlı, rengarenk bir şehir düşleyin. En az İstanbul
Boğazı genişliğindeki yatağında aheste süzülen Ganj Nehri kıyısındaki gatlarda
(beton basamaklar) insanlar ibadet amacıyla yıkanıp tapınıyorlar. Onların
ifadesiyle "Bayan Ganj" a şükrediyorlar; Hindistan platosuna bereket
getirdiği için insanlara hayat verdiği ve hayat bittiğinde yakılan bedenlerin
küllerini kabul edip, toza toprağa karıştırarak yok oluşu tamamladığı için. Varanasi'de
24 saat ölü yakma merasimi yapılabiliyor. Sabah, akşam, gece, gündüz. Her an
odunların üzerinde alev alev yanan ölü bedenlerin gaza, toza dönüşmesini
izleyebilirsiniz. Her neyse, biz hikayemize dönelim. Evet Varanasi'ye ağız
tadıyla ulaştık. Hem de yollardaki iyileştirmeler nedeniyle programımızdan bir
gün önce, yani bir gün yerine iki gün kalacağız. "Bayan Ganj" ın
kıyısındaki bu güzel şehirde. Hani çok istedik ya dolunayda Varanasi'de olmayı,
ondan olsa gerek konaklama iki güne çıktı. Şahane bir şeydi bu. Bütün gün gezdik
tozduk. Güneş battıktan, şehrin ışıkları yandıktan sonra, ayın doğuşunu izlemek
üzere Ganj'ın kıyısına geldik. Dolunay çıktı, biraz yükseldi biz de o arada bir
kayıkçıyla anlaştık. Şöyle bir saat mehtap sefası yapalım diye. Öyle ya, kaç
haftadır bu anı istedik. Tam on iki kişi kayığa doluştuk. O arada dolunay biraz
daha yükseldi. Kayıkçı kıyıya paralel on metre mesafede kürek çekmeye başladı.
Teknedeki kalabalığımızın gürültüsünden dolayı yüksek sesle kayıkçıya seslendim
biraz daha açığa kürek çekmesini, şehrin ışıklarından biraz daha uzaklaşmak
istediğimizi duyurmaya çalışıyordum ki, olanlar oldu. Evet, Varanasi'nin
elektrikleri kesildi...!
Sonra ne oldu biliyor musunuz? Bizim kayıkta tık ses
kalmadı. Kayıkçı dahi kürek çekmeyi bıraktı. Gümüş rengi Ganj'ın ortasında yüzüyor
muyuz, uçuyor muyuz, yönümüz neresi, gidiyor muyuz, duruyor muyuz hiç
umursamadan bıraktık kendimizi "Bayan Ganj" ın koynuna. O sessizlik
evreninde göz göze gelerek anı paylaşmak istediğim arkadaşlarımın yüzüne
bakınca iki ışık kaynağını fark ettim. Yüzlerinin bir tarafı ay ışığı nedeniyle
kurşuni, diğer tarafı ise kıyıda yakılan ölü bedenlerden yükselen alevlerden
kıpkırmızı olmuştu. İki saat süren o kayık sefasını kimi kırmızı, kimi gri
yaşadı; kayıkçı kıyıya yanaştığında iki arkadaşımız iki köşeye kıvrılmış
uyuyorlardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder