28 Nisan 2012 Cumartesi


     
     SU YATAĞINI BULUR
    
      Yıllar önceydi; 1970'lerin başları. Lisede İngilizce dersine giren öğretmenimiz lisanımızı geliştirebilmemiz için ilginç bir yol önermişti bizlere. İstanbul'un turistik köşelerinden Sultanahmet civarında gezinmemizi ve yabancı turistler ile sohbet etmeye çabalamamızı söylüyordu Sevgili İfakat Hoca. Gerçekten de iyi fikirdi. Neredeyse her hafta sonu yabancı turistlerle hoş dostluklar kuruyorduk. Kimi zaman bir saat, kimi tüm hafta sonu süren dostluklar. İngilizcemiz iyi değildi; ancak niyetimizin iyi olduğunu, tanışıp iki laf edip, dostluk kurmaya çalıştığımızı İngilizce ifade etmeyi başarmıştık. Akça pakça İtalyan ve İspanyol kızlarla laflayamazsan git Yerebatan Sarnıcı'na at kendini. İyiden iyiye Sultanahmet Meydanı'nın müdavimi olmuştuk. Yabancı dilimiz de okuldakinden biraz daha iyiydi. Artık yaz sömestrlerinde de hep oralarda dolanıyorduk. Zaman içinde hippiler ile kalantor turistleri ayırt edebilecek duruma gelmiştik. Özellikle hippilerle "çiçek çocuklarla" daha rahat kaynaşıyorduk. Öğrenciydik işte; genellikle beş parasızdık fakat içtenlik ve aylaklığın getirdiği huzur bizden karşımızdakilere, onlardan da bize yansıyordu. Bu minvalde barış ve kardeşlik üzerinden derin mevzulara dalıyorduk. Bu sayede de bizim dışımızdaki halkları ve düşüncelerini öğreniyorduk. Daha önemlisi henüz yolculuk kültürümüz oluşmadığı için, yabancıların seyahat nedenlerinin neredeyse tamamı bize ilginç geliyordu. Zira o yaşımda gezmeye gitmek benim için sadece Yalova'daki halamları ya da Bursa'ya dedemleri ziyaretten ibaretti. Halbuki hippi dostlarımız Avrupa'dan yola çıkmışlar Türkiye'ye gelmişler, İran üzerinden Hindistan ve Nepal'e gitmek üzere plan yapmışlar. Bunları konuşurken bizim halimiz daha doğrusu şaşkınlığımız tam seyirlikti. Nasıl olmasın sevgili okurlar. Adamların rotası hadi neyse, ya yolculuk yaptıkları araçlar; "Allah akıl versin" dedirten özellikte. Pembe-sarı boyalı eski otobüs ya da üzerinde kazma-kürek, çeki halatları bir yığın yedek ıvır zıvır iliştirilmiş garip görünüşlü kamyonlar. O garip araçlarla 25.000km yol yapmak için yola koyulmuşlar. Sonra da gelmişler İstanbul'da bizimle paylaşıyorlar.

     
     Bir defasında Sultanahmet Meydanı'ndan  o garip görünüşlü otobüslerden birini içindeki yolcularla birlikte benim için bilinmez bir istikamete yolcu ettikten sonra eve geldim ve hemen coğrafya atlasını açtım. Yanılmıyorsam en az iki saat haritadan başımı kaldıramadım. Derin bir "vay be!" çektim. Ve ne yalan söyleyeyim içimde derin bir arzu ve kıskançlığı hissettim. Ama gerçekten çok istedim o yolda olmayı. Öğrencilik yıllarında belki yüzlerce defa coğrafya atlasındaki Asya haritası üzerinde Türkiye, İran, Pakistan, Hindistan ve aradaki irili ufaklı şehirleri, ispirtolu kalemle izleyerek Katmandu'ya ulaşan birkaç rota yaptığımı bugün gibi hatırlıyorum. Ve 20 yıl sonra bu dileğim gerçekleştiğinde sessizce istemenin, başarmanın ilk harfi olduğunu kavradım. Büyük laf etmek istemem ancak "can-ı gönülden" derler ya; işte öyle. İçtenlikle, candan, derinden, sessizce istedim ve gerçekleşti. Bu düşüncenin sihir-i kerameti filan yok. Sadece iyi bir şeyi istemek; ama iyi bir istek yani kimseye zarar vermeyecek bir isteği "su yatağını bulur" düşüncesiyle akarına bırakarak istemek bence yeterli oluyor. İyice arınarak masum bir amaçla istemek umulandan öte daha güzel sonuçlara bile yol açıyor.

     Müsaade edin, bununla ilgili bir yol hikayesini sizlerle paylaşayım. Geçen yıl İstanbul'dan Katmandu'ya yine yola çıktık. Yolculuğu paylaştığımız arkadaşlar malum ilk kez gördükleri Tebriz'de, Şiraz'da, İsfahan veya Lahor'da çok mutlular. Paylaştıkça da mutlulukları daha kıvamlı hale geliyordu. Bu hoşluğumuzun ortaya çıkardığı ortak enerji ile çevremize daha olumlu bakarak yolumuza devam ediyorduk. Keşif tadında yol alsak da, İstanbul'da hazırladığım kabaca bir akış var elimde. Ve o akışa göre Hindistan'da Varanasi'ye ulaştığımızda dolunay bizi karşılayacaktı. Ben de Varanasi'ye ulaşana kadar günde üç öğün bunu konuşuyordum. İsfahan'da Zayende Nehri'nin kıyısındaki kahvelerde çay ve nargile ile keyiflenirken veya Amritsar'ın renkli tapınaklarını gezerken laf arasında Varanasi'de dolunayın çok güzel olacağını tekrarlayıp duruyordum.
Varanasi; Hinduların kutsal kenti. Tabiri caizse Hindistan'ın Mekke'si. Bir Hindu için Varanasi'de ölebilmek çok önemli. O mistik ortamda insanları en duru halleri ile görebiliyorsunuz. Kutsal ziyaretler nedeniyle capcanlı, rengarenk bir şehir düşleyin. En az İstanbul Boğazı genişliğindeki yatağında aheste süzülen Ganj Nehri kıyısındaki gatlarda (beton basamaklar) insanlar ibadet amacıyla yıkanıp tapınıyorlar. Onların ifadesiyle "Bayan Ganj" a şükrediyorlar; Hindistan platosuna bereket getirdiği için insanlara hayat verdiği ve hayat bittiğinde yakılan bedenlerin küllerini kabul edip, toza toprağa karıştırarak yok oluşu tamamladığı için. Varanasi'de 24 saat ölü yakma merasimi yapılabiliyor. Sabah, akşam, gece, gündüz. Her an odunların üzerinde alev alev yanan ölü bedenlerin gaza, toza dönüşmesini izleyebilirsiniz. Her neyse, biz hikayemize dönelim. Evet Varanasi'ye ağız tadıyla ulaştık. Hem de yollardaki iyileştirmeler nedeniyle programımızdan bir gün önce, yani bir gün yerine iki gün kalacağız. "Bayan Ganj" ın kıyısındaki bu güzel şehirde. Hani çok istedik ya dolunayda Varanasi'de olmayı, ondan olsa gerek konaklama iki güne çıktı. Şahane bir şeydi bu. Bütün gün gezdik tozduk. Güneş battıktan, şehrin ışıkları yandıktan sonra, ayın doğuşunu izlemek üzere Ganj'ın kıyısına geldik. Dolunay çıktı, biraz yükseldi biz de o arada bir kayıkçıyla anlaştık. Şöyle bir saat mehtap sefası yapalım diye. Öyle ya, kaç haftadır bu anı istedik. Tam on iki kişi kayığa doluştuk. O arada dolunay biraz daha yükseldi. Kayıkçı kıyıya paralel on metre mesafede kürek çekmeye başladı. Teknedeki kalabalığımızın gürültüsünden dolayı yüksek sesle kayıkçıya seslendim biraz daha açığa kürek çekmesini, şehrin ışıklarından biraz daha uzaklaşmak istediğimizi duyurmaya çalışıyordum ki, olanlar oldu. Evet, Varanasi'nin elektrikleri kesildi...!

     Sonra ne oldu biliyor musunuz? Bizim kayıkta tık ses kalmadı. Kayıkçı dahi kürek çekmeyi bıraktı. Gümüş rengi Ganj'ın ortasında yüzüyor muyuz, uçuyor muyuz, yönümüz neresi, gidiyor muyuz, duruyor muyuz hiç umursamadan bıraktık kendimizi "Bayan Ganj" ın koynuna. O sessizlik evreninde göz göze gelerek anı paylaşmak istediğim arkadaşlarımın yüzüne bakınca iki ışık kaynağını fark ettim. Yüzlerinin bir tarafı ay ışığı nedeniyle kurşuni, diğer tarafı ise kıyıda yakılan ölü bedenlerden yükselen alevlerden kıpkırmızı olmuştu. İki saat süren o kayık sefasını kimi kırmızı, kimi gri yaşadı; kayıkçı kıyıya yanaştığında iki arkadaşımız iki köşeye kıvrılmış uyuyorlardı.