21 Şubat 2012 Salı


YOLCULUK

     Yolculuk yapmanın insana iyi geldiğini defalarca düşünmüşümdür. Bu düşüncemi doğrulayan birçok olay sıralayabilirim. Mesela daha önce birlikte yolculuk yaptığımız dostlarla İstanbul'da görüştüğümüzde, farklı birer kişi gibi görüyorum onları. Nasıl söyleyeyim; iş yerinde veya bir fotoğraf sergisinde, sokakta tesadüfen karşılaştığımda gördüğüm insanın, yolculuk esnasındaki hoş haline benzemediğini fark ediyorum. Sanırım şehirdeki yaşam temposu, evden işe - işten eve disiplini, dolayısıyla stresi oldukça kasıyor. Keza yoldaki aylaklık halidir bizi nötr eden.
     Öyle değil midir; gittiğiniz yerlerde gülümseme ile karşılaşmak, sıcak bir "merhaba", bir "hoş geldiniz" sözü her şeyi anlatıyor aslında. Demek hoşsunuz ki gittiğiniz yere de hoşluk getirmişsiniz. Karşılıklı hoşlaşmanın yarattığı sinerji ile kim elinizi tutsa peşinden gidecek gibi olursunuz. Yolculuk esnasında karşılaştığınız başka yolcularla dahi iyi ilişki kurabilirsiniz. Daha doğru ifade ile eşit ilişki kurulabilir. Zira o da sizin gibi yolcudur. Şehirde kalanlara göre başka bir frekanstasınızdır. Başkadan kasıt, daha güzel bir statüdesiniz. "Yolcu"; evet, iyi bir statü. Şehrimizdeki etkin statülerden (şef, müdür, patron vs. ) daha iyi bir sıfat. Elbette, bence.
     Avantajlı bir durum aslında. Yolcu, garip veya korunmasız biri sanki. Yolda kimden yardım istese ya da kime yol sorsa herkes onun için çabalar. Birçok şehirden geçerken oralılar size gülümseyerek el sallar. Bu, pozitif enerji verir insana. İstanbul'da dolmuşta veya servis otobüsünde giderken hiç kimse size el sallamaz. Siz sallarsanız da; malum garip karşılanır.
     Dediğim gibi yolcu ile kalan farklı frekansta düşünürler kesinlikle. Yaşadığınız şehirdeyken, iki gün sonrası için yolculuk planları yaptığınızda veya yolculuğunuzun başlamasına saatler kaldığında ruh halinizi düşünsenize; kalanlara nasıl tepeden baktığınızı hatırlayın mesela. Yolculuğunuzu tamamlayıp geri dönüşe başladığınızdaki halinizi de bir anımsayın tabi. Bu hal otel odasında çantamızı toplarken de belirginleşir. Gidiş istikametimizde çantamızı daha özenle dağıtır, dönüş başladığında ise adeta tıkıştırırız.
      Umarım abartmıyorum. Elden ne gelir, yolculuk yapmayı seviyorum. "Sevdiğin işi yap, ömür boyu çalışma." demişler ya! Aynen öyle. Her güzel şeyin paylaştıkça daha da güzelleştiğini düşündüğüm için, her iki lafımdan biri de yolculuk üzerine oluyor haliyle.
     Ne güzel söylemiş değil mi Arap gezgini: "Akan su temiz kalır, durgun su kirlenir."

18 Şubat 2012 Cumartesi


Şehirler Yolcularını Bekler...

     Yolculukların hakkını vermek gerek... Yaşamı, günü hatta "an"ı en güzel biçimde yaşamak gerek.. Hayatımızın büyük bir bölümü; şu giyilmeli, şu yenmeli ya da şuraya gidilmeli biçiminde zaten kurgulanıyor. Çok aykırı davranmayı önermek niyetinde değilim. Ancak hayatımızı yönlendiren mekanizmaların (moda, reklam, medya) önermediklerini bir düşünün. Mesela nerelere gitmeyi öneriyorlar? Önermedikleri bölgeleri düşleyin. Lafı uzatmadan; Suriye'ye gitmeli desem...
     İran gibi Suriye de "burnumuzun dibindeki uzak ülke" mi diye düşünün lütfen... Hayır, iki adım. Halep, bizim Cilvegözü sınır kapısına otuz kilometre mesafede kocaman bir eski şehir. Köklü bir tarihi geçmişe sahip. Eşeledikçe Osmanlı çıkıyor. Selçuklu, Roma, Pers, Fenikeliler... Tarih, tarih üstüne binmiş ve ruhu olan bir şehir çıkmış ortaya. Evet, bir ruha sahip şehirler öyle kırk elli yılda meydana gelmezler. İki tane bulvar, dört adet park, on dört gökdelen dikilince zorlama bir yerleşim kurulmuş olur. Ve çok çabuk kurulduğu için; acele yenen bir yemek gibi tadına varamadan sindirmeye uğraşır durursunuz. Ancak bin yıllık bir yerleşimde, mesela Halep'te veya Şam'da dolanırken böyle olumsuzluk yaşanmaz. Usul usul yüzyıllar içinde oluşmuş caddelerin, fiziki koşulların elverdiği en uygun biçimde oluştuğunu fark edersiniz. Sonra o coğrafyayı biraz daha geniş açıdan izlemeye çalışırsınız. Şehrin bulunduğu noktanın, çok önceleri ticaret yollarının kesiştiği ve kervancıların konaklamaları için kervansaray yapımına en uygun yer olduğunu da fark edersiniz. Kervanlar çoğaldıkça yolcuların ihtiyaçları da çoğalmıştır. Yatak, yemek ve barınma ihtiyaçları giderilirken mallarını satabilecekleri pazarlar oluşmuştur. Bu pazarlar zaman içinde atölyelere, hanlara dönüşmüştür. Gelen giden çoğalınca da; ibadethaneler, refah ile mal mülk edinmeler, tarlalar, evler, konaklar, saraylar derken koca bir şehir oluşuvermiştir.
     Bu süreç usul usul, uzunca bir zaman dilimi içinde yıllara yayıldığından; bizler o şehirleri gezerken her şeyi içimize sindirebiliyoruz. Ve o şehrin oluşumuna katkı yapan en son yolcu olduğumuzun farkına varıyoruz. Bu farkındalıkla o şehrin de sizi içine sindirebileceğini umarak dalarsınız sokak aralarına. Kaybolmaya ya da şehre sızmaya çabalarsınız. Keza olumlu düşüncelerinizle yolunuzu aydınlatabiliyorsanız genellikle güzelliklerle karşılaşırsınız. Yolunuz aydınlandıkça güzelleşir, güzelleştikçe de aydınlanır.
     Biz  Sarı Otobüs yolcuları ürettiğimiz ortak enerji ile dağları, ovaları, yolları hem görerek hem de yaşayarak geçeriz. Ve dahi kurgulanmış yaşamları aşarak, yolumuza denk düşen şehirleri sadece görmek için değil yaşamak için ziyaret ederiz. Şehirden ayrılırken aklımızda birkaç insanın ismi kalır hep. Halep'i, Şam'ı, Mardin'i, Beyrut'u veya İsfahan'ı, Şiraz'ı ya da Peşaver'i, Şanlıurfa'yı yaşamak için tercih ettiğimiz ulaşım biçimi kara yolculuğudur. Daha sahici bulduğumuz bu yolculuk tarzı ile kendi sınırlarımızı keşfeder, ön yargılarımızdan arınırız. Bir gezgin dostumuzun sıkça söylediği gibi; sığ sularda ıslanmak yerine, derin denizlerde yüzmeyi tercih ederiz.

10 Şubat 2012 Cuma


Kara Gül Yerinde Güzel

Her  Güneydoğu Anadolu programında Halfeti'ye mutlaka yer vardır. Ancak oraya ulaştığımızda planımızın ne olduğuna hiç bakmaksızın, kendiliğinden öyle bir hengame gelişir ki; ayrılırken bedenimizin bir bölümünü bırakır gideriz...
2000 yılı yazında yine böyle bir durumda, yoğun duygularla ayrıldık Fırat kıyısındaki bu eski ilçeden. Birecik Barajı'nda su tutulmaya başlamıştı. Hatta 2000 yılı Mayıs'ında Halfeti'ye vardığımızda; bahçesindeki koca palmiyenin altında rakı içip türküler dinlediğimiz Evren Restaurant'ın zeminine ulaşmıştı Fırat'ın suları. Hüzünlüydük. Ve bir dahaki gelişimizde Halfeti'yi bulamayacağımız endişesiyle oraya özgü ünlü "Kara Gül" ümüzü saksısıyla beraber Sarı Otobüs'e attım ve İstanbul'a getirdim haliyle... Nasıl yaşayacaksa koca şehirde öyle yaşadı; 2001 yazında siyah yerine patlıcan moru goncalar açtı evin bahçesinde. Yaşasın! Ziyan olmasına neden olmadığım için sevindim. Ancak, sonraki yazlarda bizim Halfeti'nin Kara Gülü'nün sarı açtığına şahit oldum. Önce şaşırdım; ama ziraatçi dostlardan durumu öğrenince mecburen kabul ettim. O da değişmişti koca İstanbul'da yaşamaya başlayınca. Gül olmasına güldü ama...
Güneydoğu programında sırasıyla Halfeti, Urfa, Harran, Mardin, Midyat, Hasankeyf, Diyarbakır, Adıyaman dolaşır dururuz. Halfeti'de karışılaştığımız hoşlukları bütün Güneydoğu'da yaşarız genellikle. Malum, Anadolu insanının konukseverliği bilinir. Turizm de çok gelişmediği için misafir olma duygusunu hep hissederiz. Her yerleşimde bizi hoş karşılar ve gözümüzün içine bakarlar. Ta İstanbul'dan oralara gitmişiz; rahat etmemizi istedikleri her hallerinden bellidir. Hani bir dükkan sahibi numara yapmaya kalkarsa, diğeri mutlaka isotun en iyisini gösterir. En fakir köyde, ikram edecek bir şeyleri yoksa dahi, altlarındaki minderleri oturmamız için bize verirler. Harran, bahçede yatacağımız vakit atlas yorganların en renklilerini çıkartır. Akşam yer sofrası için hiç kullanılmamış tabaklar ile yemek servisi yapılır. Diyarbakır'da Ulu Cami'nin yanındaki kahvede çaylarımızı içerken merhabalaştığımız bir yurttaşım: "Bir daha sizi nerede görürüm ki?" diye hayıflanarak, çay parasını ödememize izin vermez. Ve bunu samimiyetle yapar.
Bu yüreği kocaman Anadolu insanını yaşadığı yerde çok özel buluruz da, aynı insanlar bizim yaşadığımız şehre geldiklerinde bizlerde aynı ilgi ve özveriyi görürler mi? Yemeklerini beğenmeyiz mesela, soğanlı lahmacunlarına laf ederiz. Müziklerini eleştiririz. Türkülerini, gurbet şarkılarını nasıl derlediklerini bilmeden; güzelim halk ezgileri hakkında ahkam keseriz. Onların bizim şehrimize geliş nedenleri farklıdır. Gezmeye değil, çalışmaya gelmişlerdir. Adı batsın bu zorunlu göçün! İnsan mecbur olmasa bile bile hor görüleceği yerlere gider mi?
Gitmek zorundadır, gider... Ve bizim şehirlilerin saygısız davranışları onları da kabalaştırır. Mesela; memleketinde traşsız gezmeyen hatta burnunu karıştırmayan insanlar, kendilerini kabul etmekte zorlanan şehrin duvarlarına pervasızca işiyorlar. Güzel sıla türküleri yerine arabesk müzik dinliyorlar. Büyük umutlarla geldikleri İstanbul artık gurbet oluyor. Yani gurbet işte..
Fırat'ın bize bıraktığı kadarına razı olduğumuz Halfeti misafirliğimizden birinde, şarkılı türkülü bir akşam yemeğindeydik. Bizim fotoğrafçı dostlar ile yöreli dostlar birlikte fasıla başlamıştık. Sazlı sözlü, kendimizi neredeyse evimizde hissederek, güzel bir akşam geçiriyorduk. Karanlıkta silüet olarak seçebildiğimiz yan taraftaki taş evin balkonundan bir genç de arada bir bize eşlik ediyordu. Anasıyla birlikte oturdukları balkondan, hem bizi izliyorlar hem de sohbet ediyorlardı. Bizim masada suskunluk olduğu bir anda yöreli dostlardan biri yukarı doğru seslendi:
"La emmioğlu, üç gün sonra gideceksin. Kim bilir ne zaman gelirsin? Gönder bir gurbet türküsü." ve akabinde yukarıdan emmioğlunun anasının sesi geldi: "Benim uşağım Halfeti'nin Kara Gülü'dür. Gurbete giderse kızarır, sararır... Gitmesin inşallah!"
Yollar Bize Memleket

     Ayağımın tozuyla İran yolculuğumuzu sizlerle paylaşmak istiyorum. Hani şu burnumuzun dibindeki uzak ülke... Bizim taraftan bakıldığında selamsız sabahsız komşu gibi görünmesine aldanmayın. Tebriz'de iki gün geçirdikten sonra yanıldığınızı hayretle anlıyorsunuz. Her neyse, başkentler arasındaki sorunları daha sonra tartışırız.
     Bizim Gürbulak sınır kapısından 300km sonra Tebriz'e ulaşırız. Gülistan Bağı'nın karşı köşesindeki Sina Oteli'ne çantaları atıp kahvaltıya otururken İranlı zarif dostumuz Mansur da çaya yetişir. Sevgili Mansur her zamanki güler yüzlü ve melodik Azeri aksanıyla "Hoşgeldiniz, nasıl mısınız?" (dikkat dizgi hatası yok) diyerek söze başlarken, bizler de İran'ı tanımaya ve akabinde yaşamaya başlarız. Asya insanının manzum konuşma geleneği sohbetimize hoşluk katıyor. Yolcu olma, müşteri değil misafir olma haline Tebriz'de Mansur ile başlarız.
     Sonra ver elini İbrişim (İpek) Çarşısı, Kızıl (altın) Pazarı, Göğ (mavi) Mescit ve kahvehaneler. Aynı akşam Bağlarbağı'ndaki Azeri kahvesine gideriz. Kahve dediğime bakmayın. İster abguşt (güveç yemeği) ile kendinize ziyafet verin, ister kalyan (nargile) çekin. Bizim Sarı Otobüs ile uzun Asya yolculuklarında giderken ilk, dönerken son konakladığımız; şehrin en güzel mekanı kesinlikle burasıdır. Bağlarbağı'nda akşamlar çok canlı olur.Tebrizliler eşleri ve çocukları ile dolanmaya; gençler de piyasa yapmaya gelirler. Bizler de o cemiyetin ortasında, yüksek sedirlere ayakkabılarımızı çıkartarak bir güzel yayılırız. Azıcık da tiyatro oluruz tabii ki. Safran ve kakule ile lezzetlendirilmiş çaylarımızı yudumlarken Ali Rıza Eftehari'yi veya Muhammed Esfahani'nin ezgilerini dinleriz. Duvarlarda Farsça yazılı Hayyam ve Şehriyar'ın dizelerini İranlı dostlarımız bize tercüme etmeye başladıklarında ise zaman durur, yaşam sadeleşir ve orası bizim Tebriz olur.
                         "Neresi sıla bize
                           Neresi gurbet
                           Yollar bize memleket"
Ne hoş yazmış şair değil mi?
     Tebriz'de "Şairler Mezarlığı" olarak bilinen büyükçe güzel bir bahçe içinde çağdaş İran şairi Şehriyar (Hüseyin Behçet Tebriz-i)'ın kabrini mutlaka ziyaret ederiz. Yüzlerce şairin bu dev kabristanda yattığı söylenegelmektedir. İran'da birçok şehirde şairler mezarlığı vardır. Ömer Hayyam Nişabur'da, Sadi ve Hafız malum Şiraz'da yolumuza denk gelirler.
     Tebriz'de bir halk mezarlığında Samet Behrengi'nin kabrini de ziyaret ettik. Kitabesinde "Aras'ın sularında denize kavuştuğu" yazılıydı.
     İran'a özgü rengarenk has bahçelerdeki şairlerin türbelerinin geleni gideni hiç eksik olmaz. Bu Fars ülkesinin insanları; ozanlarını, alimlerini sadece doğum günü ve bayramlarda değil her fırsatta ziyaret ediyorlar. Mezar taşlarının ve mavi çinilerin üzerindeki dizeleri, özlü sözleri ilgiyle okuyorlar. Misafirleriyle buralara gelerek usul usul dinlenen gazel ya da ilahiler eşliğinde çaylarını içiyorlar. Bir eğlence mekanına giderek hayatı izlemek yerine, kaylan çekip sohbet ederek hayatı yaşıyorlar. Tam bu noktada beni bir hüzün sarıyor hep: "Ne olurdu Nazım'ın vasiyeti yerine getirilebilseydi?" diye...
   
     Evet sevgili dostlar, İran yolculuğumuzu paylaşmak istiyordum; ancak Tebriz'den çıkamadım. Başka bir paylaşımda Meşhed'i, Şiraz'ı , İsfahan'ı da laflamak umuduyla...

9 Şubat 2012 Perşembe

   
     Öyle değil midir; gittiğiniz yerlerde sıcak bir gülümseme ile karşılaşmak, içten bir merhaba, bir hoşgeldiniz kelimesi her şeyi anlatmaz mı aslında? Demek hoşsunuz ki; gittiğiniz yere de hoşluk getirmişsiniz. Karşılıklı hoşlaşmanın yarattığı sinerji ile kim elinizi tutsa peşinden gidecek gibi olursunuz. Yolculuk esnasında karşılaştığınız başka yolcularla dahi iyi ilişki kurabilirsiniz. Daha doğrusu; eşit ilişki kurabilirsiniz. Zira o da sizin gibi yolcudur. Şehirde kalanlara göre başka bir frekanstasınızdır. Başkadan kasıt daha güzel bir statüdesiniz. "Yolcu"; evet, iyi bir statü. Şehrimizdeki etkin statülerden (şef, müdür, patron vs.) daha iyi bir sıfat. Elbette, bence.
     Bilenler bilir, İstanbul çıkışlı bir overland efsanesidir Sarı Otobüs... Hani şu "üç günde Kuzey Amerika", "beş günde tüm Afrika" paket turlarından haz etmeyenlerin bir düşüdür bu güneş rengi otobüs ile çıkılan yolculuklar. Her yıl en uzaklara giden, ardından bir yıl hikayesi süren...