10 Şubat 2012 Cuma


Kara Gül Yerinde Güzel

Her  Güneydoğu Anadolu programında Halfeti'ye mutlaka yer vardır. Ancak oraya ulaştığımızda planımızın ne olduğuna hiç bakmaksızın, kendiliğinden öyle bir hengame gelişir ki; ayrılırken bedenimizin bir bölümünü bırakır gideriz...
2000 yılı yazında yine böyle bir durumda, yoğun duygularla ayrıldık Fırat kıyısındaki bu eski ilçeden. Birecik Barajı'nda su tutulmaya başlamıştı. Hatta 2000 yılı Mayıs'ında Halfeti'ye vardığımızda; bahçesindeki koca palmiyenin altında rakı içip türküler dinlediğimiz Evren Restaurant'ın zeminine ulaşmıştı Fırat'ın suları. Hüzünlüydük. Ve bir dahaki gelişimizde Halfeti'yi bulamayacağımız endişesiyle oraya özgü ünlü "Kara Gül" ümüzü saksısıyla beraber Sarı Otobüs'e attım ve İstanbul'a getirdim haliyle... Nasıl yaşayacaksa koca şehirde öyle yaşadı; 2001 yazında siyah yerine patlıcan moru goncalar açtı evin bahçesinde. Yaşasın! Ziyan olmasına neden olmadığım için sevindim. Ancak, sonraki yazlarda bizim Halfeti'nin Kara Gülü'nün sarı açtığına şahit oldum. Önce şaşırdım; ama ziraatçi dostlardan durumu öğrenince mecburen kabul ettim. O da değişmişti koca İstanbul'da yaşamaya başlayınca. Gül olmasına güldü ama...
Güneydoğu programında sırasıyla Halfeti, Urfa, Harran, Mardin, Midyat, Hasankeyf, Diyarbakır, Adıyaman dolaşır dururuz. Halfeti'de karışılaştığımız hoşlukları bütün Güneydoğu'da yaşarız genellikle. Malum, Anadolu insanının konukseverliği bilinir. Turizm de çok gelişmediği için misafir olma duygusunu hep hissederiz. Her yerleşimde bizi hoş karşılar ve gözümüzün içine bakarlar. Ta İstanbul'dan oralara gitmişiz; rahat etmemizi istedikleri her hallerinden bellidir. Hani bir dükkan sahibi numara yapmaya kalkarsa, diğeri mutlaka isotun en iyisini gösterir. En fakir köyde, ikram edecek bir şeyleri yoksa dahi, altlarındaki minderleri oturmamız için bize verirler. Harran, bahçede yatacağımız vakit atlas yorganların en renklilerini çıkartır. Akşam yer sofrası için hiç kullanılmamış tabaklar ile yemek servisi yapılır. Diyarbakır'da Ulu Cami'nin yanındaki kahvede çaylarımızı içerken merhabalaştığımız bir yurttaşım: "Bir daha sizi nerede görürüm ki?" diye hayıflanarak, çay parasını ödememize izin vermez. Ve bunu samimiyetle yapar.
Bu yüreği kocaman Anadolu insanını yaşadığı yerde çok özel buluruz da, aynı insanlar bizim yaşadığımız şehre geldiklerinde bizlerde aynı ilgi ve özveriyi görürler mi? Yemeklerini beğenmeyiz mesela, soğanlı lahmacunlarına laf ederiz. Müziklerini eleştiririz. Türkülerini, gurbet şarkılarını nasıl derlediklerini bilmeden; güzelim halk ezgileri hakkında ahkam keseriz. Onların bizim şehrimize geliş nedenleri farklıdır. Gezmeye değil, çalışmaya gelmişlerdir. Adı batsın bu zorunlu göçün! İnsan mecbur olmasa bile bile hor görüleceği yerlere gider mi?
Gitmek zorundadır, gider... Ve bizim şehirlilerin saygısız davranışları onları da kabalaştırır. Mesela; memleketinde traşsız gezmeyen hatta burnunu karıştırmayan insanlar, kendilerini kabul etmekte zorlanan şehrin duvarlarına pervasızca işiyorlar. Güzel sıla türküleri yerine arabesk müzik dinliyorlar. Büyük umutlarla geldikleri İstanbul artık gurbet oluyor. Yani gurbet işte..
Fırat'ın bize bıraktığı kadarına razı olduğumuz Halfeti misafirliğimizden birinde, şarkılı türkülü bir akşam yemeğindeydik. Bizim fotoğrafçı dostlar ile yöreli dostlar birlikte fasıla başlamıştık. Sazlı sözlü, kendimizi neredeyse evimizde hissederek, güzel bir akşam geçiriyorduk. Karanlıkta silüet olarak seçebildiğimiz yan taraftaki taş evin balkonundan bir genç de arada bir bize eşlik ediyordu. Anasıyla birlikte oturdukları balkondan, hem bizi izliyorlar hem de sohbet ediyorlardı. Bizim masada suskunluk olduğu bir anda yöreli dostlardan biri yukarı doğru seslendi:
"La emmioğlu, üç gün sonra gideceksin. Kim bilir ne zaman gelirsin? Gönder bir gurbet türküsü." ve akabinde yukarıdan emmioğlunun anasının sesi geldi: "Benim uşağım Halfeti'nin Kara Gülü'dür. Gurbete giderse kızarır, sararır... Gitmesin inşallah!"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder